Blogda Aramak İçin TIKLAYINIZ

Nurullah Ataç ve Türkçede Özleşme


Nurullah Ataç ve Türkçede Özleşme




Kırklar ve elliler boyunca, "Türkçe" der demez akla gelen adlardan biri, Nurullah Ataç'tır. Ataç, Türkçe'nin özleşmesine, tek başına, belli kurumlardan fazla katkıda bulundu. Sert eleştirileriyle genç edebiyatçılar üstünde kurduğu otorite, Ataç'ın hışmına uğrama korkusu, dönemin birçok yazarını daha öz Türkçeci olmaya itti. Böylece, özellikle edebiyat alanında kullanılan dil özleşti, aynı zamanda da dilin genel kullanımına göre farklılaştı. Ataç'ın bu alanda yaptıklarına büsbütün yararsız demek de, tamamen yararlı demek de güçtür.




Sürecin kendisinin çelişikliği, onun kişiliğinde de yansır. Ataç genellikle, değiştirdiği, yenisini bulduğu kelimelerle tanınır ve bu çerçevede tartışılır. Ancak, dil üstüne düşünen, radikal ve militan tavır alan bir kişi olmanın ötesinde, usta bir yazardı Ataç. Bence asıl olumlu katkıları bu noktada aranmalıdır. Ilkin, genel anlamda dil titizliğini bir çok yazara kabul ettirmiş bir yazardır. Gelişigüzel ve hamasi laflar söylemeye karşı, daha öz Türkçeci olmadan evvel de savaş açmıştı. Noktalama işaretlerinin kullanımında bile dikkatli olmak gerektiğini birçok yazar Ataç sayesinde öğrendi. Ikinci olarak, Ataç usta bir üslupçuydu. Türkçe'nin kullanımı sorununa da yalnız kelimelerin "arı" özü çerçevesinde değil, aynı zamanda söz dizimi çerçevesinde bakmıştı. Bu yanı hiç öne çıkarılmadığı halde, Türkçe'nin yapısını araştırmış ve yazılarıyla örneklendirmiş bir yazardır Ataç. Eski bir dilsel ayrımı kullanarak, Türkçe'nin "analitik" değil, "sentetik" bir dil olduğunu söyleyelim. Bu, kısaca, söz diziminde anlamın kelime yerine değil, takılara bağlı olması anlamına gelmektedir. Analitik bir dil olan Ingilizce'de "Brutus killed Ceasar" derseniz, Brutus Sezar'ı öldürmüş olur. Türkçe'de ise özne, nesne, tümleç vb. bu işlevlerini takılarla edindikleri için, cümle içinde yerlerinin değişmesi anlamı değiştirmez. (Sezar'ı öldürdü Brutus, öldürdü Brutus Sezar'ı, öldürdü Sezar'ı Brutus vb.) Bu durumu iyi sezen Ataç, Türkçe cümle yapısıyla mümkün olabilecek çeşitlemeleri bir estet titizliğiyle sergiledi. Öteki konularda olduğu gibi burada da eleştiriye uğradı. "Devrik cümle" düşmanları belirdi. Oysa özellikle konuşulan dilde "devrik" denilen cümle tipi Türkçe'nin asli bir yapısal öğesidir. Ayrıca da Ataç, söz diziminde çeşitleme yaparken hiçbir zaman mekanik olmamış, "devrik" cümle yaparken bununla her zaman özel bir nüans katmayı başarmıştır. Ama bunu mekanik bir biçimde çoğaltan birçok yazar, yıkmaya çalıştıkları söz dizimi kadar monoton, tatsız, taklitçi ve anonim bir üslup çıkardılar. Son olarak bir de şu söylenebilir: bir çok yazar, eski söz dizimini, eski kelimelerle düşünüp yazıyor, sonra da moda olduğu için sözlükte yeni karşılıklar bulup bu eski kelimelerin üstünü karalıyordu. Ataç, söz dizimini yeni kelimelerin çağrışımlarına, mantıklarına göre düzenleyebilen bir yazardı. Bu yüzden, en bilinmedik yeni kelimeler kullandığı zaman bile, yazının gelişme mantığından, tanımadığınız kelimenin hangi eski kelimenin yerini aldığını tahmin edebilirdiniz. Çoğu öz Türkçeci ise, sırf kelimelerinin yadırgatıcılığından değil, cümle kurmaktaki hantallıkları yüzünden anlaşılmaz oldular.




Öte yandan, özleşme konusundaki tavrına, kendi hesabıma aynı övgüyle bakamıyorum. Örneğin şu sözler:




"Ben öteden beri, konuşmalarımda olsun, yazılarımda olsun hep bunu söyledim, türkçenin latinceleştirilmesi, yunancalaştırılması gerektiğine inandığım içindir ki öz-türkçeci oldum, ona inandığım içindir ki öz-türkçeyi bırakmıyorum, bu toplumun çocuklarına latince ile yunancanın öğretileceği, şöyle iyice, gereğince belleteceği güne değin de bırakmayacağım"[27]




Gerçekten Ataç'ın öz Türkçeciliğinin altında bu Yunan-Latin hayranlığı yatar. O uygarlığın yarattığına inandığı hümazime sıkı sıkı bağlıdır. Bu gibi görüşler günümüzde öyle "doğululuk", "batılılık", "kültürel değişimin toplumsal mekanizmaları" filan kavramlarla bile eleştirilmeyecek kadar "naif" görünüyor. Yunanca ve Latince öğrenme ve öğretme saplantısını Cambridge'de, Oxford'da bile terk ettiler –bundan da kimsenin kaybı olmadı. Ataç'ın tasarısının ilk adımdaki imkânsızlığı, eğitimle bir toplum kurulamayacağı olgusudur. Ataç, kuşağındaki çoğu radikal-pozitivist-hümanist gibi, iyi eğitimle, evrensel bir kültür verilip evrensel insan bireyleri yetişeceğine inanmıştı. Evrenselliğin temelini de Greko-Latin kültürü sağlayacaktı. Ancak, bu gibi eğitim sistemiyle yeni bir toplum kurma tasarıları, kaynaklarının bütün hümanizmiyle birlikte "jakoben" (çünkü belirli bir aygıt ve dar bir yetişmiş kadro yoluyla bütün bir topluma yön vermeyi düşünüyor) ve son analizde anti-demokratiktir.




Öz Türkçe'nin zorunluğunun nihai gerekçesi olarak bu Greko-Latin kültürü "asimilasyonu" ile karşılaştığımızda, bu gerekçe adına yapılanlardan kuşkuya düşmemek elde değil. Şüphesiz Ataç'ın düşünceleri az çok kendine özgü, ama büsbütün kendine özgü değil. Nitekim onun gibi Yunan ve Latin köklerine inmeyi isteyen istemeyen, daha bir çok Batılaşmacı, öz Türkçe'yi de savunmuştur.




Ataç bir dilbilimci değildi. Ya da, modern anlamda bir dilbilimci değildi. Onun dille ilgisi, daha çok Batı'nın on dokuzuncu yüzyılda yetişen dilcilerininkine benzer. Bu bakış bütünüyle tarihidir ve aynı zamanda dili seçkinci bir tutumla tanımlanmış, büyük harfle yazılan bir kültürün aracı olarak görür. Böyle anlaşılan dilde bir iletişim işlevi varsa, o da seçkinci bir düzeyde yapılan bir iletişim olmalıdır. Ayrıca, Türkiye'nin gelişmesi içinde dile nasıl dil-dışı ölçütlerle bakıldığını önceki sayfalarda birlikte izlemiştik. Bu da, Ataç'ın entelektüel mirası oldu.




Türkçe sorununa böyle karmaşık bir sorunsal içinden bakan Ataç'a göre, sözgelişi "demokrasi" kelimesini kullanmak, Yunan kültürünü almak değildir. Çünkü Yunanlılar ve onların mirasını alan Batılılar bu kelimeye baktığında bunun "halk" ve "yönetim" kökleriyle kurulmuş bir kavram olduğunu hemen anlarlar. Biz Türkler ise, bu yabancı kökleri anlayamayız. Dolayısıyla "demokrasi" kelimesini gerçekten içimizde yaşatamayız. Gerçekten Greko-Latin kültürü içinde yer almak istiyorsak, aynı kavramı Türkçe köklerle kurmamız gerekir: "budun-buyrumculuk" veya "budun-erki" gibi yeni karşılıklar önerir Ataç.




Kağıt üzerinde doğru görünebilen bu öneriyi biraz sonra, daha genel bağlamda ele alacağım. Şimdilik, Ataç'ın gözünden kaçan bir iki önemli ayrıntıya değinmek istiyorum. Ilkin, az önce sözünü ettiğim kültürel seçkincilik ve Batı'nın aşırı yüceltilmesi olayı göze çarpıyor. Sıradan Batılı insan "demokrasi" ve benzer kavramları kullanırken, bunların Yunanca ve Latince köklerini bilmez. Sözgelişi, Ingilizce'de "trans" önekiyle başlayan yığınla kelimeden birkaçına bakalım (bunların bir kısmı bizde de benzer biçimde biliniyor): "Transatlantic", "transcend", "transcript", "transfer", "transform", "transgress", "transient", "transit", "transition", "translate", "transmission", "transparent", "transpire", "transport", "transpose", "transversal". Şimdi, Oxford mezunu olmayan bir Ingiliz, tam olmayan bu listedeki kelimelerin bir kısmıyla hayatı boyunca hiçbir ilişki kurmaksızın yaşar. Kullandıklarına göre, bu "trans" ekinde, öteye geçmek, bir şeyin üstünden aşmak gibi genel bir anlamı olabileceğini tahmin eder ancak. Ama, o listedeki kelimelerden yalnızca birkaçını kullanmaya alışık olan bir Türk de bu soruyu sormak aklına gelirse aynı şeyi tahmin edebilir: "transatlantik", "transfer" ve "transit" kelimeleri üstüne düşünüldüğü zaman aklında kaldığı yaklaşık anlam, örneğin "transfüzyon" gibi yeni kelimeyle karşılaştığı zaman, bunun bir "aktarma" olayı olduğunu anlamasına yetebilir. Bunu anlamak için ille Latince bilmesi gerekmez.




Bunu demekle, elbette ki bütün "trans"lı kelimelerin olduğu gibi Türkçe'ye alınmasını savunmuyorum. Ama "transatlantik" ve "transit" gibi uluslararası nitelik kazanmış kelimelerin bizde kullanılması, Türkçe'yi kimsenin tutsağı yapmaz, diyorum. Ayrıca bu konu bizi değinmek istediğim ikinci güçlüğe getiriyor. Bir dili konuşan bir topluluk, kendi mantığı içinde yeni kavramlara eski ekler ve köklerden yani adlar bulur. (Nitekim, saydığım Ingilizce kelimelerin pek çoğu "Roma-sonrası" kelimelerdir.) Bu kavramları başka bir dile çevirirken, ekler ve kökler arasında aynı mantıki bağlantıların kurulmasını bekleyemeyiz. Gene yukarıdaki "trans"lı kelimeler listesine bakarsak, örneğin "transcendental" gibi bir kavram Türkçe'de "aşkıncılık" olurken "translate" için "çevirmek", "transparent" için "saydam", "transform" için ise "dönüştürmek" diyoruz. Yani, aynı kökü her zaman aynı şekilde, Türkçe'nin tekabül eden köklerine çeviremiyoruz. Böylece, Ataç'ın ortak köklere bağladığı "düşünce disiplini" zaten mümkün değil. Daha önce, Cenap Şahabettin'in özlemine ilişkin olarak söylediğim gibi, bunu büyük bir sakınca saymamızın da nedeni yok. Çünkü Greko-Latin kültürü de bu kelimeleri ya da kökleri, evrensel mantığın temeli olarak değil, gelişigüzel kullanmıştı; Ingilizce'de ortak "trans" var diye çeviriye, sözgelişi, "dil-aşırı-aktarım" ve saydam için de "ara-nesne-aşırı-görüm" filan dememize gerek yok.




Son olarak, "klasik" eğitime verilen abartılmış öneme bir kere daha değineyim. Ataç, "demos" ile "kratia" bilinmezse, "demokrasi"nin anlaşılamayacağından korkuyor. Toplumda gördükleri eğitimden ötürü her iki kökü de bilen insanlar, "demokrasi"nin ne olduğunu bilmiyorlar oysa. Buna karşılık, kelimenin etimolojisini hiç bilmeyen insanlar, bunun ne olduğunu yaşayarak öğrenebilirler.




Agâh Sırrı, kitabının sonlarında Türkçe'nin durumu karşısında ya da ne olması gerektiği konusunda alınan tutumları üçe ayırır. Cumhuriyet öncesinde netleşen ayrımlar şunlardı:




"1. Türk dilinden yabancı kurallarla birlikte yabancı kelimeleri de atmak. Bu fikrin temsilcisi Fuad Kösearif'ti. Bunlar 'tasfiyeciler'di.




2. Hiçbir 'müdahale'yi kabul etmiyerek, dili yabancı kurallarla birlikte olduğu gibi bırakmak. Bu fikrin en son temsilcisi de Süleyman Nazif'ti. Bunlar da 'muhafazakârlar'dı.




3. Dilden yabancı kuralları atmak, fakat kelimelere dokunmamak. 'Yeni lisancı'lar 'Genç Kalemler'de bu grubu temsil ediyordu. Bu grup, daha sonraları, kurallarla birlikte yabancılığını duyuran kelimeleri de atmak, fakat halk arasında yaşıyanlara dokunmamak ilkesini kabul etmiştir."[28]




Yazarın bu bölümde özetlediği 1949 yılında ise aynı gruplar sürmektedir:




"1. Bütün yabancı kelimeleri dilden atmak.




2. Dile hiç dokunmamak.




3. Yabancı kurallarla birlikte yabancı kelimeleri de atmak, fakat halk arasında yaşıyanlara dokunmamak."[29]




Agâh Sırrı, biraz da haklı olarak, ilk iki grupta yer alanların hiç değilse belirli programları olduğunu, üçüncü grubunsa belirsizlikten kurtulamadığını söylüyor:




"Ancak, bugünün tasfiyecileriyle muhafazakârlarının fikirleri açık ve kesin olduğu halde, bu sonuncular fikirlerine kesinlik verememişlerdir. Tasfiyeciler, bütün yabancı asıllı kelimeleri atmak, muhafazakârlar ise, hiçbirine dokunmamak fikrindedirler. 'Mutedil' diyebileceğimiz bu gruptakiler ancak esasta birleşmişler, düşüncelerinin ve isteklerinin sınırını çizmemişlerdir. Kelime almak ve atmakta ölçüleri nedir, yabancı kurallar derken neyi kastetmektedirler, terimler için ne düşünüyorlar? Bütün bu noktalarda fikir birliği yapmış değillerdir. Bunun içindir ki, bir yandan tasfiyecilerin, öte yandan da muhafazakârların hücumuna uğramakta ve bu yüzden çalışmalarına bir doğrultu verememektedirler. Bu durumun dil evrimi için bir tehlike olduğuna bir şüphe yoktur."[30]




Bütün toplumsal olaylarda "ılımlılığın" böyle bir kaderi vardır. Ancak, burada anlatılan bu ılımlı tutumun, ötekilerden farklı bir bakış açısı da getirmediği söylenebilir. Osmanlıca'nın olduğu gibi kalmasını savunanlar da, Türkçe'nin bütünüyle arılaşmasını savunanlar da, dili politik, kültürel, toplumsal ve tarih bütünlüğünün bir parçası olarak görüyorlar, dille ilgili tezlerini buna göre biçimlendiriyorlar. "İlımlı" grup da, aynı sorunsal içinde, iki tarafa da aşırı gitmemeyi salık veriyor. Bu sorunsalı paylaştığı ölçüde, teorik düzeyde öbürleri kadar gösterişli olamıyor; ama pratikte, dilin toplumca kullanımına daha yakın düştüğü için, ana akışa daha uyumlu bir yer tutmuş oluyor.




Ataç'ın ölümünden sonra arı Türkçe davasının aynı çapta bir avukatı yetişmedi. Buna karşılık, öz Türkçe'yi konuşan ve yazanların sayısı arttı. Aşağı yukarı bütün edebiyatçılar, öz Türkçe kullanmaya özen gösterdiler. Dil Kurumu da, kurum olarak dilin özleşmesine, terimlerin öz Türkçe karşılıklarının bulunmasına çeşitli katkılarda bulundu. Basının büyük bir bölümü de dildeki yenileşme eğilimini izledi. Basınla birlikte 1960'tan sonra TRT'nin dilini özleştirmesi, yeni kelimelerin kullanımını yaygınlaştırmış odu. Böylece, bugünlere geldik. Bugünlere kadar, dilin nasıl olması gerektiği tartışması hiç bitmedi. Bu sıralarda yeniden alevleneceği de muhtemel görünüyor. Dolayısıyla, şimdiye kadar gerçekleşen dilsel değişikliğin ne kazandırdığını, ne kaybettirdiğini, bir kere daha, ama serinkanlılıkla düşünmenin zamanıdır.



Murat Belge


Türkçe Sorunu yazısından alıntıdır

*
Academics Art History  Blogs - BlogCatalog Blog DirectoryAcademics Blogs - Blog Top Sites