Romanda Zaman ve Mekan Kavramları
ÖZET
Bu çalışmada, roman incelemelerinde kullanılan zaman ve mekan
kavramları tartışılmaktadır. Olay, anlatma, yazma ve okuma zamanlarının
birbiriyle ilişkileri ve diğer unsurlara etkileri araştırılmalıdır. Mekan
incelemelerinde, mekanın envanteri çıkarılmalı; mekan- insan ilişkisi
yorumlanmalı ve yer değiştirmelerin olayların ritmine, temanın işlenişine
etkisi aranmalıdır. Zamanın ve mekanın anlamsal dizgeye katkısı
tartışılmalıdır.
ZAMAN
Zaman, insanoğlunun bütün varlık eylemlerini içine alan bir kavram.
İnsan, kültür, süre ve dil boyutlarıyla zamanın içindedir. Hem gerçek, hem
de kurmaca dünyada ait olunan sosyal çevre, yaşanılan geçmiş, yaşanılması
planlanan gelecek zaman içinde yansır. Dilbilimci Emile Benviste'e göre
"dünyanın fiziksel zamanı tek düze, sonsuz, çizgisel, istendiği biçimde
bölümlenebilen bir süreklilik niteliği taşır" (Benviste, 1995: 130) Bu
durumda zaman, hem değişmez, hem de insan algılarına göre değişken
niteliklidir. Değişmezdir; çünkü başı ve sonu belli olmayan bir varlıktır.
Değişkendir çünkü insanlar onu çeşitli bölümlemeler (takvim) halinde tasnif
ederler: Yıl, ay, gün, saat gibi.
Dil, zamanın değişkenliğini ifade edebilecek yapısıyla, geçmişin,
şimdinin ve geleceğin olayları yerine yerleştirir. Biz, bir metinde dilden,
dilin göstergelerinden hareketle bu üç boyutu da algılarız. Fakat dilin edebî
metinde yüklendiği işlev, sadece bu boyutları göstermez; okuyanı, kendi
zamanı içine alarak, ona, sosyal, kültürel ve duygusal oluşlar gösterir.
Anlatma esasına bağlı edebî metinler, okuyucunun karşısına üç ayrı
zaman boyutuyla çıkarlar: "Maceranın kendi zamanı"(anlatılan olayların
yaşandığı zaman ve süre),"anlatma zamanı" (yaşanılan olayların ne zaman
algılanıp ifade edildiği zaman) "yazıya geçirme zamanı"(yazarın eserini
yazdığı tarih ve süre), ve "okuma zamanı" (Aktaş, 1984: 113-114). Olayların
gerçekleştiği zaman kendine mahsus bir mantığı gerektirir, yani "kurmaca
zaman"dır. Anlatıcı, vaka zamanına şahit değilse, vaka zamanının yanında
"anlatma zamanı"ndan söz edilir; bu zaman da kurmacadır. Yazma zamanı
ise, ölçülebilen gerçek bir süredir. Okuma zamanı ise, yayımlanan metnin
okurla karşılaştığı farklı süreleri ifâde eder.
Ancak bu genel zaman bölümlemelerinin içinde, başka zaman
adlandırmaları da vardır. Anlatıcı dilin imkanlarından hareketle eserdeki
zamanı farklı düzenleyebilir: "Art zaman" (artsürümsel öyküleme), "eş
zaman" (eşsürümsel öyküleme) "ön zaman" (önsürümsel öyküleme).
Bunların birincisinde, gerçekleşmiş bulunan olayın aktarımındaki zaman ile
gerçek zaman birbirine eşit değildir. Anlatıcı zamanda atlamalara başvurur.
İkincisinde, kurmaca dünyada gerçekleşmiş veya gerçekleşen bir olayın
süresi ile, gerçek zamanın süresi eşittir. Üçüncü zamanda ise süre belli olsa
bile, henüz olay olmamıştır. Zamanı ele alırken değineceğimiz bir husus da
"kronoloji" (süredizim)dir. Bir metinde zamanın akışı kronolojik olabilir.
Zamanda geriye dönüşler veya ileriye atlayışlar da olabilir.Vaka zamanı ile
anlatma zamanı arasındaki mesafe de, anlatıcının algısını etkileyen hatta
belirleyen bir zaman kavramıdır. Anlatıcı, geçmişte yaşanmış olayları
anlatabileceği gibi, halen içinde yaşadığı zamanı da aktarabilir. Bazı
romanlarda bu mesafe ileriye doğru da uzayabilir. Bir romanda zamanla
ilgili olarak söz konusu olan bir oluşum da vaka şahıslarının yaşadıkları
zaman dilimlerini idrak şekilleridir. "İç zaman" diyebileceğimiz, bu zamanın
algılanışında sübjektif veya objektif tavırlar takınılabilir. Mevsimler, bir
günün bölümleri, bir olay anını olduğu gibi yansıtılabileceği gibi, insan
duygularıyla yeni bir anlam da kazanabilir. Şahısların ruh durumlarına göre
zamanı algılamalarına "psikolojik zaman", evrenin anlayışından etkilenen
zaman anlayışına ise "sosyal zaman" diyebiliriz.
Bir romanda zaman, hep aynı biçimde ve aynı oranda yapıyı
geliştiren bir unsur değildir. Mesela Tarık Buğra'nın Küçük Ağa' sında tarihi
ve sosyal zamanın üstlendiği fonksiyonla, Peyami Safa'nın Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu'ndaki zamanın aynı derece ve tarzda olduğunu
söyleyemeyiz. Aynı yazarın farklı eserlerinde dahi zaman farklı boyutlarıyla
farklı etkilere sahip olabilir. Mesela Orhan Kemal'in Eskici Dükkanı'ndaki
Topal Eskici'nin kişiliği yaşadığı zamandan bağımsız düşünülemez. Ama
mesela Murtaza'da zamanın böyle bir işlevi yoktur.
Vaka Zamanı
Gerçek dünyadaki bütün oluş ve hareketler, zamandan bağımsız
olmadığı gibi, kurmaca dünyadaki bütün durum ve hareketler de bir zaman
dilimi içinde gerçekleşirler ve az veya çok her olay veya şahıs, içinde
olduğu zamanın izlerini taşır. Bu yüzden okuyucular olayların ne zaman
oluştuklarını merak ederler.
Olayların sırası, süresi ve sıklığı bu zaman dilimi içinde düzenlenir.
Her anlatıcı, bu süreyi istediği şekilde verebilir. Alışılmış olanı kronolojik
düzenlemedir. Meselâ olaylar bir kişinin doğumundan itibaren başlar,
ölümüne kadarki hayatını sırayla anlatabilir. Anlatıcı bu sırayı, hikayesine
iyice hakim ise, değiştirebilir. Sondan başlayarak "geriye doğru", veya
ortadan başlayarak "geriye ve ileriye doğru" gidebilir.
Ancak şahıs, mekân ve zamanın bir bütün oluşturduğunu
unutmamalıyız. Bu unsurlardan birinin değişmesi diğerlerini de değiştirir.
Vakanın sunuluşunda zamanı yeniden dört şekilde düzenlemek mümkündür.
Vakanın gerçekleştiği zaman süresi ile, vakanın sunuluşundaki zaman süresi
farklı olabilir. Anlatıcı zamanda kesmeler ve atlamalar yapabilir (artzaman).
Anlatıcı vaka gerçekleşmeden önce de bir durumu veya olayı hikaye edebilir
(önzaman). Hikayenin kendi zamanı ile düzenlenen zaman arasında
paralellik de olabilir (eşzaman). Anlatıcı vakanın gerçekleştiği zamanı an ve
süre olarak bilmiyor gibi davranabilir, dolayısıyla okuru da ihtimallere
katmak isteyebilir (zamanda katılım)
Anlatma Zamanı
Bir serde nakledilen bir vaka ve vakayı anlatan kişi vardır. Anlatan
kişi, vaka zamanının içinde veya uzağında olabilir.
Vaka bir müddet zarfında cereyan eder. Anlatıcı bu vakayı,
yine bir müddet zarfında öğrenir ve nakleder. Bu sonuncusunu
yazma zamanıyla karıştırılmamalıdır. Vaka ve anlatma zamanı
itibarî olmalarıyla, bildiğimiz zamandan ayrılırlar. (Aktaş,
1984: 103)
Vaka zamanı ile anlatma zamanı arasında "mesafe" olup olmadığı
vaka ile, anlatıcının ilişkilerinden tespit edilebilir. Ama çoğu zaman bu
mesafenin tespiti güçtür ve yazma zamanı ile karıştırılır. Fakat söz konusu
mesafe ister tespit edilsin, ister edilemesin bir romanda nakledilen vaka
zamanı ile vakanın idrak edilip nakledilme zamanının aynı olmadığı
kesindir. Bir hikayeyi anlatan özne, üçüncü tekil şahıs, olabileceği gibi,
vakayı yaşayan biri de olabilir. Anlatan hangi şahıs olursa olsun,
anlatılandan sonraki zamanda konuşmaya başlar, tnsan kendi başından geçen
bir olayı bile hemen anlattığında, olay ile vaka arasına mesafe girmiş olur.
Bu, aralığı, "vaka zamanı ile anlatma zamanı arasındaki mesafe" diye
adlandırıyoruz. Bu mesafe ilişkiler ağındaki şekli etkilediği gibi, bakış
açısına da şekil verebilmektedir.
Zamanın akışı kroniktir. Dolayısıyla ister kurmaca, isterse gerçek
hayatta olsun, olaylar asıl itibariyle zamanın akış sırası içinde meydana
gelirler. Anlatıcının, bir romandaki hikayeyi sıraya uymayıp akronik olarak
düzenlemesi, anlatanla anlatılanın arasında bir mesafe olduğunu gösteren bir
tekniktir. Vakanın sunuluşunda kullanılan hikaye etme teknikleri de vaka ile
anlatmanın ayrı olduğunu gösterirler. Anlatıcının kullandığı özetlemeler, art
zaman gibi teknikler, genel olarak olmuş bir olayın sonradan aktarılması
anında kullanılırlar. Anlatıcının vakayı, mektup, hatıra gibi tarzlarda sunması
vaka ile anlatma zamanı arasındaki mesafeyi tayinde önemli malzeme sunar.
Anlatma zamanı ile vaka zamanı arasındaki mesafe, hikayenin
ritmini de etkiler. Vaka zamanı, kahramanların yaşadığı, olayların meydana
geldiği canlı zamandır. Anlatma zamanı ise, hikayenin anlatılması için
belirlenen zamandır. Yani vaka zamanının süresi doğaldır; anlatma
zamanını anlatıcı istediği şekilde düzenler.
Yazma Zamanı
Yazma zamanını üç boyutlu olarak değerlendirmek mümkündür:
1. Yazarın eseri meydana getirene kadar harcadığı süre. 2. Yazarın
eseri yazdığı zamanda içinde bulunduğu şartlar ve sahip olduğu imkanlar ve
kullanabildiği hürriyetler 3. Yazma zamanındaki edebî ekol ve tekniklerin
yazara tesiri.
Edebî eser, niteliği itibariyle bir iletişim vasıtasıdır. Her
iletişimde, bir göndericinin, bir de alıcının olması tabiidir.
Yazma zamanı gönderici durumundaki sanatkârın eserine
vücud vermek üzere harcadığı süreye verilen addır. Bunun
itibarî zaman ile alâkası yoktur; takvim ve saatle ölçülebilen
cinstendir (Aktaş, 1984: 103).
Bir roman incelemesinde yazma zamanını tespit etmek, özellikle
sosyolojik ve otobiyografik incelemelerde çok önemlidir. Yazarın tarihsel
zaman içinde yaşanmış vakaya nasıl bir boyut katmak istediği, içinde
yaşadığı zaman vakayı nasıl ve hangi nitelikleri ile yansıtmak istediği, kendi
zamanı ile vaka zamanını hangi zeminde buluşturmayı düşündüğü, nihayet
anlatıcıya ne miktar hürriyet tanındığı yazma zamanı ile yakından ilgilidir.
Ayrıca yazarın kullandığı anlatım tekniklerini yazma zamanından bağımsız
düşünmek mümkün değildir. Dünya ve Türk edebiyatında, yazma zamanının
değişmesiyle yeni anlamlar kazanan veya bir takım anlamlar kaybeden vaka
örnekleri vardır. Birinci bölümde söylediğimiz gibi Türk romanının seyri
içinde yazma zamanlarının araştırılması ve tahlili ilginç sonuçlar
doğuracaktır. Türkiye gibi siyasal hareketlerin edebî faaliyetleri
yönlendirdiği ülkelerde yazma zamanı çok daha fazla önemlidir.
"Cumhuriyet Dönemi", "On Mart Romanı" gibi adlandırmalar yazma
zamanından bağımsız düşünülemezler. Yazma zamanı yazarın seçtiği hayat
sahnelerini, problem ettiği tematik değerleri de etkiler. Mesela aynı vakayı
işleyen romanların Cumhuriyet'ten önce yazılmış nüshasıyla, Cumhuriyetten
sonra yazılan nüshası arasında bakış açısına ve mesajlara bağlı bazı
farklılıklar gösterir.
Okuma Zamanı
Okuma zamanı ise, eserin kodunun okuyucu tarafından
çözülmesi için harcanan süredir. Bu süre zarfında okuyucu
eserden hareketle ayrı bir itibarî âlem yaratır. Yoruma dayalı
yaratma işinden kendince zevk duyar. Bu da eserdeki
edebil iğin yeniden tezahürü demektir ve her okuyuşta tekrar
edilir (Aktaş, 1984:121).
Yazma zamanı ile okuma zamanı arasındaki mesafenin değişmesi,
romanın anlam bütünlüğünü etkiler; muhtevanın kuşaktan kuşağa farklı
algılanmasını sağlar. Bir roman okunduğu zamana göre bir bakıma, kendi
kendini zenginleştirebileceği gibi, anlam daralmaları ve anlam boşluklarına
da uğrayabilir. Çünkü zaman değiştikçe insanların düşünüşleri değişir, edebî
eserlerden almak istedikleri birikimler farklılıklar arz eder. Bir yazarın farklı
kuşaklardaki okuyucularla muhatap olması, yazarın roman tekniğini ve
mesajlarını da etkileyebilir. Birçok yazarın az veya çok, dönemindeki okurun
zevkinin, heyecanının etkisinde kaldığı bir gerçektir. Okurun sosyal
tercihleri, teknolojik gelişmelerle münasebeti de romancıya etki edebilir.
Meselâ televizyonda bir görüntünün en ince ayrıntısını kendi gözleriyle
gören, bir filmin vakasını başka bir işle uğraşırken bile takip edebilen bir
okurun romandan beklediği de değişir.
MEKÂN
Bir romanın vakadan, zamandan veya mekândan bağımsız olması,
bu kayıtların dışına çıkması mümkün müdür? Bunun tamamen mümkün
olacağını gösteren bir roman henüz yok. Bazı romanlar, masalsı bir yapı
içinde mekândan bağımsız görünseler bile en azından belirsiz bir mekâna
sahiptirler.
Bir romanda mekânın çeşitli işlevleri vardır. Her şeyden önce ve en
azından olayların bir dekorudur. Ama genel olarak mekan, vakanın varlık
bulduğu yer, şahısların içinde yaşadıkları, kendi oluşlarını fark ettikleri
alandır. Bununla birlikte şahısların içinde bulundukları çevreyi algılayış
biçimlerini, ruhsal ekonomik durumlarını, karakterlerini açıklama yolunda
imkânlar sunabilir. Şahısları tanıtma yollarının biri olarak dramatik bir iş de
üstlenerek vakanın temel öğesi olur ve şahsın çevresini, algılayış şekillerini,
o çevredeki ruh durumunu hatta karakterini etkiler. Yer değiştirmelerin
vakaya ve davranış biçimlerine kattığı değişiklikleri de gözden uzak
tutmamak gerekir.
Mekân, vakanın bir öğesi olarak, aksiyonun oluşmasına veya şekil
almasına da etki eder. Bazı mekânlar şahısları 'engelleyen' veya onlara
'yardım eden' bir görev alabilirler. Mesela bir köprü, şahsın hedef objeye
ulaşmasını sağlarken; bir nehir engelleyebilir. Mekânın sembolik bir işlevi
de olabilir. Tekrarların, mecazların böyle bir görev üstlendikleri
görülmüştür. Hatta bir mekânın bir özne kadar yönlendirici, yol gösterici
olduğu, romanlar da vardır. Peyami Safa'nın Dokuzuncu Hariciye
Koğuşunda "hastane"nin, Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu'nda
"Anadolu"nun, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Kiralık Konak'ında
"konak"ın, Memduh Şevket EsendaPın Ayaşlı ve Kiracılarında oda oda
kiraya verilen "apartman"ın, romanların vakalarına ve değerler sistemine
kattıkları anlam, simgesel değer, Türk romanlarının başarısı olarak ortadadır.
Cengiz Dağcı'nın Badem Dalına Asılı Bebekler'inde badem ağacı, üzüm
bağları gibi mekânlar simgesel bir değer kazanırlar. Aytmatov'un Gün Uzar
Yüzyıl Olur adlı romanında da bu tür mekânlar vardır.
Yansıma kuramının birbirinden farklılıklar sunan gelişmelerinde,
roman şu veya bu şekilde hayatı taklit etme iddiasındadır. Roman "cadde
üzerinde gezdirilen ayna" olmak istediği sürece, mekân, bütün ağırlığını
hissettirecektir. Yaratma kuramları çerçevesinde değerlendirilebilecek
kurmaca dünyalarda da mekân, önemini kaybetmiş değildir; ancak kurmaca
yapısı, gerçekçi eserlere göre daha belirgindir. Ama "ister gerçek, ister
hayalî olsun, mekân, aksiyona veya zamanın akışına bağlı olarak,
kahramanlarla sıkı sıkıya bağlı ve kaynaşmış durumdadır (Bourneur, Qellet,
1989:91).
Romanlarda mekân türlerini belirten açık, kapalı, geniş, dar, özel
gibi adlandırmalar kullanılır. Açık mekân (ülke, bölge, deniz, şehir, dağ,
park v.s.) vaka parçalarının yaşandığı diğer mekânları kapsayıcı özelliğe
sahiptir. Kapalı mekânlar (ev, oda, hastane, fabrika vs.) bazı şahısların içinde
yaşadıkları diğer şahısların giremedikleri "kapsanan" mekânlardır. Bu
sıfatlandırılan mekânların birbirlerine göre konumları değişebilir. Meselâ bir
şehir, kapalı; onu kuşatan ülke, açık olarak adlandırılabilir. Geniş ve darlık
da birbirine göredir. Ülke-şehir birlikteliğinde ülke, geniş; şehir, dar iken;
dünya-ülke birliğinde, dünya geniş; ülke dar olarak nitelendirilir. "Yabancı,
geçici, daimi, dış" gibi kelimeler de mekân konusunda sıfat olarak
kullanılabilirler. Sadece belirli kişilerin tasarrufunda olan mekânlar "özel",
herkesin girip çıkabildiği yerler (okul, hastane, fabrika) "genel", bir
yolculukta binilen bir araç "geçici", bir şahsın sürekli yaşadığı yer "dâimi"
olarak adlandırılır.
Bir romanda vakanın meydana geldiği, şahısların içinde yaşadıkları
bir yer vardır. Gerçekte var olan yer isimleri kullanılabileceği gibi uydurma
isimler de kullanılabilir. Yani bir eserin mekânı hem 'gerçek' hem 'kurmaca'
olabilir. Ancak unutmamak gerekir ki, romanın mekânları gerçekte var olsun
veya olmasın "kurmaca"dırlar. Yazar, her hangi bir isim vermeden yerin
özelliklerinden söz ederek, mekânı okurun bilebileceğini düşünmüş olabilir.
Romanda özellikleri verilen yerle gerçek yerin özellikleri birbirini
tamamlamayabilir. Yazar, (daha çok yeni hikâyede ve romanda görüldüğü
gibi), mekânla ilgili hiçbir göndermede bulunmayabilir. Sanki olaylar hiçbir
yerde geçmemiş, şahıslar hiçbir yerde yaşamamışlardır. Yazarların açık ve
gerçek mekânlara göndermeler yapmadan, dar ve kapalı mekânları
göstererek, bir bakıma bir evrensellik arayışına gittikleri de çok görülen bir
tutumdur. Gerçeklikten hareket eden romancıların inandırıcılık endişeleri
olduğu için, mekân isimlerini ya açıkça söylerler veya özelliklerini
gösterirler. Ama bazen yazarlar, bu isimleri bilerek vermezler, sanki o
mekândaki insanların romana girdiğini gizlemek isterler.
Her yazarda mekân aynı derecede önemli değildir. Hatta aynı
yazarın her eserinde de mekân, anlatılan veya gösterilen muhtevalarının
anlamlandırılmasında, yazarın bakış açısının çözülmesinde, şahısların ruh
durumlarının anlaşılmasında aynı canlılığı göstermez. Çeşitli roman
türlerinde de mekan aynı işleve sahip değildir. Polisiye kurgularda,
melodramlarda, mizahi romanlarda popüler romanların çoğunda mekân,
yukarıda belirttiğimiz mahiyeti taşımaz. Ama elbette bu romanlarda da
mekân öncelikle ve en azından vakanın dekorudur. Pospelov, romanın
"estetik" vasfını alabilmesi için mekân önemini şöyle vurgu yapar:
Maceraya (harekete) pek yer vermediği, yani bir durgunluk ve
sükûnet içerdiği; durgunluk ve sükûnet de belirli bir mekânı
gerektirdiği için, estetik romanlara mekân ağırlıklı romanlar
denir (Pospelov, 1995: 93).
Mesela Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun romanlarında mekân,
tarihî, tematik ve sosyolojik bir değer taşırken; Cengiz Dağcı'nın
romanlarında öncelikle bir hatıra ve hüzün atmosferi oluşturur. Mesela
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur adlı romanında mekân, şahısların
ruhlarında bakış açılarında tarihi estetik bir anlam taşır. Halbuki aynı yazarın
Abdullah Efendinin Rüyaları adlı uzun hikayesinde böyle bir anlam
üstlenmez. Yine Orhan Kemal'in romanlarında da mekân her zaman aynı
atmosferi oluşturmaz. Mesela Eskici Dükkanı'nda, baş mekân olan dükkân,
değişen sosyo-ekonomik yapıyı, bu yapıyla uyuşamayan Topal Eskici'nin
karakterini yansıtmada fonksiyonel bir unsur iken; Murtaza'da bir dekor
seviyesindedir.
Mekânın bütün bu üstlendiği anlamları inceleyebilmek için bir
romandaki envanterinin yapılması, mekândaki değişmelerin tespit edilmesi,
mekânın ne şekilde tasvir ve tahlil edildiğinin bilinmesi ve mekânın insanla
olan ilişkilerinin irdelenmesi gerekir.
Mekân Tasviri
Romanda yapılan mekân tasvirlerinin yazarın ve/veya anlatıcının
bakış açısına bağlı olduğu bir gerçektir. Tasviri yapılacak objenin, hangi
özelliklerinin gösterileceği, bu özelliklerin hangi etkiyi doğuracağı, bu bakış
açısına bağlıdır. Tasvirin niteliği hem bakış hem de teknik bir meseledir.
Mesela müşahit durumdaki anlatıcının objeyi görünmeyen yanlarıyla da tarif
ve tasvir etmesi, gerçekçi bir yazarın, olayların bir bakıma yorumu olan
tasvire çok yer vermesi beklenemez. Şerif Aktaş, "mekanın panorama,
peyzaj, dekor oluşu, yine hem bakış açısı hem de nakledilen vaka zincirinin
mahiyeti ile ilgili bir problemdir (Aktaş, 1984: 130) derken, mekanla bakış
açısı arasındaki bağa dikkat çeker. Yazar mekanlarını seçerken ister gerçekçi
davransın; isterse kurmacaya ağırlık versin, bir bakış açısından hareket eder.
Yazar veya anlatıcı, okurda bir izlenim bırakmak istiyorsa mekanın
özelliklerine göre, şahısların rollerine göre az çok bir yoruma gider. Böylece
bakış açısı ile tasvir iç içe girer.
Tasvir, romanın türüne göre de belli ölçüler kazanabilir. Mesela
anlatıma öncelik verilen romanlarda tasvir önemli bir unsur iken, merak ve
takibin egemen olduğu polisiye türü romanlarda tasvir, ritmi yavaşlatan bir
unsurdur. Ayrıca bakışı, dış çevreye yöneltmek suretiyle yapılan tasvir,
"aksiyonun arkasından gevşeme ve kritik bir anda hikayeyi kestiğinde
okuyucuya sabırsızlık getirir." (Bourneur, Quellet, 1989: 108)
Tasvir, anlatıcının, okuyucunun veya romandaki bir şahsın bilmediği
bir şeyi, anlatma gösterme gayreti olarak da tanımlanabilir. Ancak tasviri bu
tanımıyla sınırlı tutmak, onun bakış açısıyla ve olaylarla olan bağını
görememek anlamına gelebilir. Bourneur ve Quellet "tasvir, yazardan
okuyucuya, dolayısıyla hikâyenin içinde bir konuda bilgisi olan kişiden,
bilgisi olmayan bir kişiye haber verme görevini üstlenir" (Bourneur, Quellet,
1989:110) derken tasvirin başka bir işlevine değinir. Bu "haber verme"
işinde, objeyi tarif ve tasvir eden bakış açısı önemlidir. Anlatıcı bildiğini
olduğu gibi aktarabileceği gibi, haber verdiği şahsm dikkatini tasvir yoluyla
kendi söylemek istediklerine de çekebilir.
Tasvir, insanın ve olayın mekânla ilişkisinin boyutlarını
göstermesinin yanında, vakanın ritmine de tesir eder. Aksiyonu durduracak
tasvirler olabileceği gibi, aksiyona anlam yükleyen, hız veren tasvirler de
olabilir.
Anlatım esasına bağlı edebî metinlerde mekân genel olarak iki
şekilde tasvir edilir. Bunlarda biri, temeli Eflatun'a dayanan "mimesis"
kuramının getirdiği tasvir anlayışıdır/'Yansıtma" kuramı geçen yüzyıllar
içinde bir çok gelişmeler gösterir. Ama mekânın gerçeğimsi bir yansıtma
içinde sunulması bu gelişmelerin ortak noktası olmaya devam eder.
Sanatı yansıtma olarak tanımlayanlar, yansıtılan gerçeklikten
farklı şeyler anlıyorlardır. Bazılarına göre bu, yüzey
gerçekliktir; bazılarında insan tabiatının özü, bazılarınca
idealleştirilmiş gerçeklik, yine bazılarınca toplumun günlük
hayatıdır. (Moran, 1988: 46)
İkinci anlayış ise "tecrit'tir. Bu esasa bağlı tasvirin aslı şark masal
ve hikayelerinde görülür. Bu tür tasvirlerde mekân belirli olmak
mecburiyetinde değildir; tasvir, mekânı olduğu gibi yansıtmaz; zaman ve
coğrafya kayıtları vazgeçilmez değildir, "gerçeğimsi yapı" mekânda değil
"hisse"de yoğunluk kazanır. Tecrit, çağdaş edebiyatta ise "yaratma"
kuramına bağlıdır. Bu anlayışta sanatçı adeta, var olanı değil, var olma
biçimini tasvir eder. Yazarın ortaya koyduğu şahıs, geliştirdiği olgu, dış
dünya da bir örneğe muhtaç olmayabilir. Böyle bir ihtiyaç olsa bile, eserdeki
varlık için bu, sadece hareket anını belirler.
İtibarî mekân, haricî âlemi aksettirme endişesiyle tanıtılıyor ve
tasvir ediliyorsa "mimesis"e bağlı, yapma ve yaratma tarzına
uygun bir esere vücûd veriyor demektir. "Tecrit" esası
çevresinde kaleme alınan metinlerde ise, mekâna ait
hususiyetler, bir intibâyı sezdirecek tarzda dikkatlere sunulur
(Aktaş, 1984: 125).
Mimesis ve tecrit farkını bu şekilde ortaya koyan Aktaş da tasvir
problemini Doğulu ve Batılı bakış açısına bağlamış olur. Mimesis'in, resme;
tecrit'in minyatüre bağlı olduğu bir çok sanat kuramcısının ortak görüşüdür.
Türk romanı her iki tecrübeyi de yaşamıştır. Tanzimat dönemindeki
romantik tasvir, Halit Ziya ile yerini realist tasvire bırakır. Sabahattin Ali
gibi yazarlar, tasviri, gerçekçi bir anlayışla yaparken, daha sonra gelen,
"toplumcu yazarlar", sınıfsal bilinç çevresinde kalarak, "idealleştirilmiş
gerçeklik" i yansıtmaya çalıştılar. Tanpınar ve Oğuz Atay gibi yazarlar ise,
psikolojik bir anlayışla, "insan gerçekliğinin özünü" tasvir ettiler.
Yer Değiştirme
İster gerçek ister hayalî olsun mekân, aksiyona veya zamanın akışına
bağlı olarak, kahramanlarla sıkı sıkıya bağlı ve kaynaşmış durumdadır.
Mekândaki bir değişme doğrudan doğruya şahıslara ve olaylara da etki eder.
Bir romanda yer değişikliklerinin frekansı, ritmi, düzeni ve
bilhassa sebebi incelenmek isteniyorsa, bunların ne dereceye
kadar hikayeye birlik ve hareket verdiklerini ve hikayenin
diğer yapıcı elemanlarına göre mekânın ne kadar dayanıklı
olduğu aranma yoluna gidilmelidir. (Bouraeur, Quellet,1989:
94)
Çünkü mekânın diğer unsurlara yaptığı etki bu arama sonucunda
belirlenebilir. Anlatıcının veya yazarın mekân değiştirmekteki niyeti ve
amacı da genişleyen mekân içindeki olayların doğurdukları sonuçlarda
bulunur.
Bazı istisna hikâyeleri saymazsak hemen hemen hiçbir roman tek bir
mekâna bağlı kalmaz. Yukarıda yer değişmeleriyle ilgili yaptığımız alıntıyı
yer değişikliğinin olayların genişleme sahasını belirlediği, şahısların
hareketini etkilediği şeklinde anlayabiliriz. Bazı hikâye ve romanlarda yer
değiştirmeleri, vakayı zincirlere bölebileceği gibi, vakayı tek zincir hâlinde
uzatabilir de. Yer değiştirmelerin sebebini bulmak, tematik tahlile de
yardımcı olur. Ancak her yer değiştirme vakanın muhtevasını, ritmini,
çatışmalarındaki tematik özü etkilemez. Mekândaki değişmeyi, günlük hayat
içinde alışılagelmiş yer değiştirmeler anlamında alamayacağımız açıktır.
Yard. Doç. Dr.Mehmet NARLI
Blogda Aramak İçin TIKLAYINIZ
|
|
Cevap: Romanda Zaman ve Mekan Kavramları
*
Bu yazı tarih olarak: Pazartesi, Mayıs 25, 2009 eklenmiştir.Kategorisi Türkçe edebiyat konuları . Bu yazıya yapılacak yorumlardan haberdar olmak için feed. Bu yazıya yorum yazabilirsiniz. Kapsamlı ve ayrıntılı dokümanlar için TIKLAYINIZ